Öğrenci Kolektifleri 2024-2025 güz dönemi iller toplantısı sonuç metni
ABD emperyalizmi küresel hegemonyasının zedelendiği bir dönemden geçmekte. Buna sebep olan neoliberal küreselleşme modelinin tıkanıklığı ABD/NATO’yu hem jeopolitik konumu itibariyle Ortadoğu’yu hem de tüm dünyayı neoliberal sisteme eklemlemeye mecbur bıraktı. Dolayısıyla ABD’nin zedelenen hegemonyasını “Büyük Ortadoğu Projesiyle” tekrardan sağlamlamaya çalışması beraberinde İsrail’in saldırılarına açıktan bir desteği ve Suriye’de Esad rejiminin düşürülmesini getirdi.
ABD’nin İsrail’e yönelik silah, asker, akademik-ekonomik-siyasal desteği, Filistin mücadelesinin en başından beri belliyken Trump’ın son açıklamaları paydaşlığını açıkça belirten söylemler oldu. Trump; Filistinlilerin Mısır, Ürdün gibi komşu ülkelere yerleşmesi gerektiğini ve bu sayede Filistin’i Ortadoğu’yu kalkındıracak, binlerce istihdam yaratacak bir yer olacağını söyledi. Ardından “Gazze’yi satın almakta kararlıyım. Bunu bir gayrimenkul sitesi olarak düşünün, sahibi ABD olacak.” söylemleri Filistin üzerindeki pay sahipliğini gösterdi.
Bu durum Aksa Tufanı’nın başlangıcında tartışmalara sebep olan İsrail’i ulusal kurtuluş hareketlerinden ayıran nokta konusunda bir belirginlik de yaratmaktadır. Siyonizm yani Yahudi halkının bağımsız devlet kurma isteği üzerine izlediği saldırı politikaları bir kurtuluş hareketinden çok emperyalizmin sömürgeleştirme politikası olarak kendini var etmektedir. Filistin halkı mülksüzleştirme yoluyla sömürülmektedir. Dolayısıyla bir halkın bağımsız devlet kurma isteği başka bir halkı topraklarından edecek şekilde gerçekleşemez. ABD/NATO isteklerinin bu yönde olması da İsrail’i beslemekte ve Filistin’i küresel pazara dahil etmek için topraklarını yerle bir eden emperyalizmin saldırı boyutlarının ifadesidir.
Erdoğan iktidarı ise 7 Ekim’den bu yana hamasetini hem limanlarını İsrail’e silah taşıyan gemilere açarak hem İsrail’in savaşta kullanması için gereken çelik ihtiyacını gidererek hem de ERASMUS gibi birtakım programlarla akademik işbirliği yaparak Siyonizm’in saldırılarına meşruiyet kazandıracak işbirliğini sürdürdü. Diğer yandan ise dini vicdan üzerinden Filistin halkının yanında olduğunu birçok kez dile getirdi ve çeşitli kurum/kuruluşlarda Filistin’e destek etkinlikleri düzenledi. Erdoğan ikiyüzlü tavrını ABD’nin İsrail’e desteğini eleştirirken arka planda emperyalizmin çıkarlarına hizmet ederek İsrail’e tam desteğini sürdürdü.
Filistin’de ateşkes sürecine doğru giden mücadele sürerken ABD’nin Ortadoğu politikaları gözleri Suriye’ye yöneltti. ABD, Fransa, Türkiye gibi birçok ülkenin ve NATO gibi bazı organizasyonların terör listesinde yer alan HTŞ öncülüğündeki cihatçı çeteler Suriye’de Esad rejimini yıktı. Ne kadar dünyanın dört bir yanında terör listesinde yer alsa da HTŞ’nin ABD destekli olması, silah desteği ve askeri desteğin sağlanması, Esad rejiminin yıkılmasının ABD’nin Ortadoğu politikaları doğrultusunda gerçekleştiğini gösteriyor.
Öte yandan Erdoğan iktidarının Suriye gündemini yakından takip etmesi ve Hakan Fidan gibi devlet yetkililerinin Suriye’nin yeniden kurulmasında tüm desteği sağlamaya yönelik söylem ve hareketleriyle Suriye’de pay sahibi olduğunu birçok kez vurguladı. Bu pay sahipliği; ABD’nin de istekleri doğrultusunda cihatçı HTŞ’nin askeri eğitimlerini Türkiye’nin sağlaması, eski adı Özgür Suriye Ordusu olan Suriye Milli Ordusunun maaşlarını Saray’ın ödemesi sürecinin bir sonucu olarak doğmaktadır. Suriye’den Rusya gücünün atılması ve Esad rejiminin yıkılması sonucu ve bu sonuca giden süreç ABD’nin emperyalist politikalarını Ortadoğu’da yerli yerince uygulamasında Türkiye’yi de müttefiki yaptı.
Suriye’de ABD hakimiyetini sağlamlaştırırken Kürt Hareketi tehdidini de görmezden gelmedi. Suriye’nin hem küresel ekonomi modeline eklemlenme çalışmaları hem de ABD hegemonyasındaki zedelenmesinin giderilmesi konusundaki kritik konumu bölgedeki tüm tehdit unsurlarını ortadan kaldırmak için çalışmaları zorunlu tuttu. Dolayısıyla öncesinde Bahçeli tarafından Abdullah Öcalan’ın meclise gelmesi için çağrı yapılması ve sonrasında devlet ve Dem Parti içerisinde bir müzakere sürecinin başlaması Kürt Hareketi’ne yönelik saldırıları durdurmadı. Tam tersine içeride müzakere süreci başlatırken diğer yanda silahlı Kürt Hareketi’ni etkisizleştirmeye yönelik saldırıları artmaya devam etti.
Ülke içerisi de Türkiye’nin Suriye’deki rolünü tehlikeye atmaması için halkın insanca yaşam hakkını engelleyecek biçimde “güvenlik tedbirleriyle” donatıldı. İşçi grevlerinin yasaklanması, siyasi partilere yönelik operasyonlar, gözaltı ve tutuklamalar arttı. İşçilerin, kadınların, gazetecilerin, gençlerin hak arayışları “milli güvenlik tedbirleri” kapsamında engellenmeye çalışılırken asıl engellenemeyen özelleştirmenin sebep olduğu yıkım oldu. Bolu’daki otel yangını, 78 kişinin katledilmesine yol açtı. Belediye’nin “yetersiz” diye ruhsat vermediği otele Bakanlıktan onay gelmesi ve sonucunda bir katliama yol açması devletin “güvenliğinin” sermaye sahiplerinin ceplerini dolduracak uygulamalara yol açması olduğunu kanıtladı.
Kapitalizmin Everesti
ABD emperyalizminin güncel saldırılarından NATO isteklerine kadar Türkiye; en başta bahsettiğimiz neoliberal küreselleşme modelinin tıkanıklığının sancısını çekmektedir. ABD’nin hegemonik gücünü tekrardan sağlamlaştırması için Türkiye’yi de bu emperyalist çıkarlara mecbur bırakmaktadır. Mehmet Şimşek’in ekonomi politikaları da bu anlamda hızla işletilmeye çalışılmaktadır. 2025-2027 Orta Vadeli Programın getirileri tasarruf yoluyla kamusal hakların gasp edilmesi olmuştur. Dolayısıyla kapitalizmin en ileri biçiminde tüm kamusal haklar tasfiye edilmiştir ve sermaye bu kamusal hakları özelleştirerek kar elde etmektedir. Eğitim, patronların ticaret aracı; sağlık, çeteleşmeyle kar elde etme aracı; barınma, yaşamın sürdürülebilmesi için para toplama aracı olmuştur. Yani özelleştirme politikaları doğrudan yaşamayı engelleyen sancılara dönüşmüş, toplumun refahı birtakım patronların inisiyatifine bırakılmıştır.
En nihayetinde kapitalizm; sermaye için kamusal hakları metalaştırırken, emek gücünü de sömürerek kendi doğrultusunu çizmektedir. Ancak mesele emek gücü değil, onu temsil eden toplumsal sınıftır. Toplumsal sınıf içerisindeki öznenin tasfiyesini sağlamak yani politik kitle pasifikasyonu saldırıların ucunda belirmektedir. Tanık olduğumuz, içinde bulunduğumuz tüm alanlar iktidar tarafından kuşatılmıştır. Mesela medya ile ne düşünmemizi, neye yönelmemizi istiyorsa onu sağlar. Üniversitedeki ortak alanları kısıtlayarak toplum olma fikrini ortadan kaldırır. Sokakta baskıyı artırarak iktidarın istediği ölçüde yürüyebileceği korkusunu salar. Böylelikle toplumun tüm kesimlerini toplumsal varlığından soyutlayarak kendi çıkarlarına uygun olarak şekillendirmektedir. Bu haliyle hukukta, bu çıkarlar anayasa olmakta; ekonomide, bu çıkarların işlemesi asli tercih olmaktadır.
Bu saldırılar felaket kapitalizmi olarak somutlaşmaktadır. Bugün şahit olduğumuz tüm yıkımların yaratıcısı emperyalist-kapitalist sistem ve onun uygulayıcısı AKP-MHP ittifakıdır. 11 ilde yıkıma sebep olan deprem de, Karadeniz’i sular altında bırakan sel de halk yararına değil kar uğruna yatırım yapılması nedeniyle oluşmuştur. Çünkü insanca yaşam hakkımız olan her şey sermayenin insafına bırakılmış durumdadır. Bugün Orta Vadeli Programda da özellikle uygulanan devletin piyasaya müdahalesini engelleyerek toplumun istek ve ihtiyaçları gözetilmeksizin kar odaklı yatırımlar yapmak olmuştur.
Evet, kapitalizm felaketlerin yaratıcısıdır ancak sermayenin kar ilkesi karşısında emeğin yeni bir devrimci kapasite oluşturacağı diyalektik karşıtlık rotamızı oluşturmaktadır. Yani nasıl bir yıkım yaratıldıysa bir o kadar da devrimci kapasitenin önü açılmıştır. Tüm bu felaketler bize hareketi sunmaktadır. Afet olduğunda bunu devrimci bir prensiple nasıl örgütleyeceğimizin, tüm eski-yeni araçları nasıl seferber edebileceğimizin sorusunu hareket içerisinde bulmamızı zorunlu tutar. Deprem komünizmi buna örnektir. Yıkım karşısında devrimci olan bir adım öne çıkmıştır. Seferlik çağrısından, dayanışma hareketlerine; bir kenti yeniden inşa etmekten, yaşam hakkına sahip çıkmaya kadar yaşam talebi örgütlenmeye devam etmektedir. Bugün, en ileri formu oluşturacak unsurlar nedir diyebilmek hareketi ilerletecek olandır.
Ancak hareket tek başına yeterli değildir. Hitap ettiğimiz kitlelere mücadele etmesi gerektiği inancını sağlamak, bu mücadelenin yılmaz savunucusu olacağı güvenini vermek beraberinde işlemelidir. Bu forma uygun hale gelmek için çözülmenin esaslarına bakmak gerekir. Sistem, karşı çözülme yaratır. Yani toplum içerisindeki her bir bireyi kurbanlaştırır. Öznelerin toplumla ve olaylarla kurduğu bağ koparılacak ve bilinç düzeyleri zedelenecektir. Kapasiteyi örgütleme yeteneğine sahip olmak devrimci çözülmeyi gerektirir. Kapasite olarak var olanı örgütleyebilmek, devrimci çözülmedir.
Bunun için de teorimizi pratiğe dökecek zemin oldukça elverişlidir. Özellikle geçtiğimiz yıldan beri yaşanan yıkımlar kapasitenin varlığını göstermektedir. Zeren Ertaş’ın katledilmesi sonrasında güvencesiz yaşam koşullarına karşı nitelikli yurt talebi, Ata Emre’nin katledilmesi sonrasında yoksullaştırma politikalarına karşı okurken çalışmak, çalışırken ölmek istemiyoruz talebi artık üniversitelilerin en dip noktada yani yaşamak için mücadele ettiği bir noktada olduğunu gösterdi. Barınmadan eğitime kadar tüm kamusal hakların piyasaya devredildiği, alınıp satılan “şeyler” haline geldiği durum yaşamayı sermayenin inisiyatifine bıraktı. Tüm bunlarla da birlikte iktidarın üniversiteye yönelik saldırıları çok daha gözle görünür hale büründü. Ortaya çıkan öfke ve isyan; iktidarı, soruşturma ve cezalar gibi bastırma politikalarıyla veya üniversiteyi kamusal niteliğinden tamamen kopararak isyana dönüşecek ortamları engellemeye yönelik uygulamalarıyla buluşturdu.
Eğitimde tasarruf politikası altında üniversiteler
Böylece üniversitenin dönüşümü bilgi üretiminin dönüşümünden kamusal niteliğinin dönüşümüne uzanan bir yolda. Bilgi üretimi, eril ve piyasacı niteliğiyle üniversiteliler aracılığıyla sermaye ve patriyarka için üretiliyor. Uzun zamandır içerisinde olduğumuz bu dönüşümün boyutları artık hızla büyümeye başladı. Üniversitenin kamusal niteliğine yapılan saldırılar iktidarın politikaları boyutunda yan yana gelebileceğimiz, aleni ve açık olan, demokratik yapıya sahip ortak alanların engellenmesi içinken üniversiteliler cephesinde durum başımızı sokacak yer bulamamaya kadar gidiyor. Bir sosyal alan ihtiyacı, birlik olma isteği ve bilgilerin yayılımını engelleyen bu dönüşüm üniversitelerdeki kamusal alanların tasfiyesini gerçekleştirmiştir.
AKP iktidarı kamusal alanlarda piyasacı dönüşümü gerçekleştirerek, tasfiye ederek toplumda fikirlerin yayılmasını, gerçeklerin duyulmasını, birliğin sağlanmasını engellemektedir. Diğer yanıyla ise kamusal alanları sermayedarların şirket açmaları, fahiş fiyatlarda kafe işletmeleri, özel hastane veya okul yapmaları için tahsis ediyor. Dolayısıyla geldiğimiz noktada toplumun ortak olanları kar için sermayeye devrediliyor. Üniversitelerde bu şiddetli bir şekilde hissediliyor çünkü herhangi bir toplumsal olayda veya hak gaspında toplumun en dinamik ve direngen kesimi olan gençliğin kolektif üretim ve dayanışması engellenmiş oluyor.
2025-2027 Orta Vadeli Program kapsamında uygulanan “Tasarruf Tedbirleri Genelgesi” de bu saldırıların güncel hali. Tasarruf tedbirleri denilerek birçok üniversitede kantinler, kütüphaneler kapatıldı veya kullanımı kısıtlandı. Marmara Üniversitesi’nde birçok fakültenin Marmara’daki Recep Tayyip Erdoğan Külliyesi’ne taşınması ve bundan kaynaklı Göztepe Kampüsü’ndeki yurtların taşınması dönemin başlangıcındaki ilk örneklerden. Bu örnekte hem kampüs yaşamı hem de barınma hakkı gasp edilmişti. Hacettepe Üniversitesi’nde Yurdum Kafe kullanım saatlerinin kısılması, Gün Hastanesi acilinin kapatılması gibi örnekler birbirini izlemektedir. Güz dönemi boyunca karşılaştığımız tüm kısıtlamalar barınmadan sağlığa, ulaşımdan eğitime kadar tüm kamusal haklarımızın gasp edildiğini ve piyasanın kar amaçlarına hizmet ettiğini kanıtlamıştır.
İŞKUR’daki gençlik programı da bu amaçla ortaya çıkmıştır. Bu yeni program üniversitelileri “meslek öğrenme” veya “kolay para kazanma yolları” adı altında şirketlerin hizmetine sunmakta ve ucuza emeklerini sömürmektedir. Böylece hem sermayedarların kazanması amaçlanmış hem de artan üniversiteli yoksulluğunu “iyileştiren” bir adım oluşturulmuştur.
Tüm bu politikaların engellenmesine önayak olacak şey ilk başta teşhirini sağlamaktan geçiyor. Eğitimde tasarruf olmaz kampanyası da bu anlamda önemli. Çünkü eğitim hakkının gaspı yalnızca aldığımız eğitimin engellenmesi değil aynı zamanda eğitim hayatının engellenmesi anlamına gelmektedir. Eğitim aldığımız alanlar, sürdürdüğümüz imkan ve koşullar eğitim hakkının kapsamına dahildir. Bu yüzden eğitimden tasarruf edilmesi yalnızca bugünü ve gençliği değil geleceği ve toplumu da ilgilendirmektedir.
İsyan bastırma rejimi eşliğinde devlet halka karşı
İktidar, bu politikalarının korunması ve çıkan tepkilerin engellenmesi için baskı ve denetimi artırmaktadır. Bu koşulların temelinde ülkemizde uygulanan sömürge tipi faşizm vardır. Sömürge tipi faşizm kısaca, emperyalizm çıkarlarına uygun bir şekilde baskı oluşturmasıdır. Yani Mahir Çayan’ın tanımlamasıyla “Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetim, rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönetebilmektedirler. Buna sömürge tipi faşizm de diyebiliriz.” Sömürge tipi faşizm bugün isyan bastırma rejimi olarak kendisini var etmektedir. Çoklu kriz dönemlerinde isyan çıkması kaçınılmaz olduğu için iktidarın politikaları, yarattığı kriz sonucu ortaya çıkan isyanları açıktan ya da olası isyanları arka planda bastırmaya yönelik oluyor.
Bugün de isyan bastırma rejimi kendisini emperyalizmin çıkarlarına uygun şekilde yeniden dizayn ediyor. Bunu medyadan sokağa, kampüslerden toplumsal muhalefete ve muhalif partilere yönelik saldırılarda görebiliyoruz. Ortadoğu’nun şekillenmesinde olduğu gibi ABD/NATO istekleri AKP-MHP iktidarının Türkiye’deki politikalarını da yenilemektedir. Yani Türkiye’nin ABD’nin müttefiki konumunda olması, 2026’da NATO Zirvesinin Türkiye’de olacağı Erdoğan’ı, bu pozisyonunu engelleyebilecek hatta ilgi ve odağını ABD istekleri ve kendi payından çekebilecek herhangi bir isyanı, öfkeyi içeride bastırmaya çalışıyor.
Yani Erdoğan, mevcut durumda çıkan krizlere yönelik tepkileri yönetmek için içeriyi yeniden şekillendiriyor. Kendi karşısında olan tüm muhalif etkenleri gözaltı, tutuklama, kayyumlarla etkisizleştiriyor. Hem CHP kanadını pasif bir konuma sürüklemeye hem de Kürt Hareketi kanadında Dem Parti’yle Öcalan üzerinden girilen müzakerelerle sessizleştirmeye çalışıyor. Diğer yandan medyaya etkisi sol kurum ve toplulukların sosyal medya hesaplarını kapatmasıyla gözükse de bir diğer kısmı Ayşe Barım oldu. TV sektörü gibi makul medyaya dahi AKP tipi medya olması için gözdağı veriliyor. Bolu katliamında olduğu gibi yayın yasağı getirilmesi iktidarın denetimsizliğini açığa çıkaracak unsurların yayılmasını ve halkın haber alma hakkının engellenmesiyle sonuçlanıyor. Medyada olduğu gibi sokakta da muhalefeti etkisizleştirmeye çalışıyor. Bazı noktalarda faşizmini en açık şekilde göstererek doğrudan eylemi engellerken diğer yandan bazı noktalarda da faaliyetin icra edilmesine müsaade edip arkasından ev baskını, soruşturmalarla faşizmini daha gizli şekilde gösteriyor.
Geldiğimiz noktada isyanların da kaçınılmaz olması nedeniyle antifaşist mücadele temel dinamiğimiz olmak zorunda. Bundan dolayı iktidarın saldırılarını geldiği an karşılamakla yetinmeyip önden hazırlıklı olmak, mücadeleye inandırıcılığı sağlamak, hitap ettiğimiz kitlelere mücadelenin savunuculuğu ve desteği anlamında güven vermek ve refleksif olmayı sürekliliğe dökerek sürekli saldırılara sürekli mücadeleyle yanıt vermek gerekmektedir. Özelinde üniversite öğrencileri olmak üzere toplumu ayaklanamaz hale getiren, kendine güvenini kaybettiren emperyalist-kapitalist sistemin devrimci kapasitesine odaklanmak antifaşist mücadeleyi gerçek kılacaktır.
Nasıl bir mücadele çizgisi?
Bu mücadeleyi verecek olan da demokratik kitle örgütleridir. Planlı, istikrarlı bir çalışmayla bu gündemleri mücadele içerisinde var edip devrimci karşıtını sağlamak elimizdedir. Hem memlekette hem kampüslerimizde gasp edilen karar mekanizmamız ve özgür irademizin savunulması, geri kazanılması da yine bu mücadele çizgisiyle oluşturulacaktır. Unutmayalım, bu savunu uğruna mücadelesi verilen dünyanın nasıl olması gerektiğini de bugünden yaşatmak ve göstermek gerekmektedir. Örgütlenme ve propaganda çalışmaları da bu seyirde arttırılmalı, üniversitelilerin en yakıcı problemlerini yansıtacak ve örgütleyecek araçlar üretilmelidir.
Yürüyeceğimiz yol için içerisinde bulunduğumuz süreci ve mücadele araçlarımızı tartışmak, geliştirmek her zamankinden daha gerekli. Üniversitenin nabzını yükseltmek de dışarıdaki gündemi kampüste var etmek ve kampüsün gündemini sorumluların karşısına dikmekten geçiyor. Yürünecek yol açık, harekete geçme zamanı!
Tüm bu tartışmalar belli bir olgunluğa ulaşmış olup dönem kampanyamız olan “Eğitimde Tasarruf Olmaz” için adım atılmaya başlanmıştır.