Beyazıt’ın güneşli günleri: Birleşmek üzerine

Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız.

Veyahut Laleli’ye gidiyoruz ve şimdilik, genç yaşamımızın başlangıcında, dünyamızın merkezi orası. Defalarca basılmakla erimiş merdivenlerden genişçe koridorlara girip sınıfımızı bulmaya çalışıyoruz. Sınıflarında daha önce atılmış tüm nutuklara dair bir merak içerisindeyiz. Genciz, gençliğimizi yaşamak istiyoruz ve gençliğimizi bastırmaya çalışan gericiliğin karşısında bilimi daha çok seviyoruz. Kitaplar açıyoruz, çıktılar alıyoruz, kütüphanelere giriyoruz ve hocalarımızı hayranlıkla dinliyoruz. Üniversiteliyiz ve bunun naifliğinde boğuluyoruz.

Her gün kulaklıklarımızı takıp Suriçi’nde yürüyoruz. Köşe başlarındaki betona gömülmüş çeşmelere bakıyoruz, köşe başında dilenen bir kadın bilmediği bir diyarın bilmediği dilinde yakarmaya çalışıyor. Boy boy yaşlı erkeklerin gülümseyen fotoğrafları dalgalanıyor sokaklarda. Milletine olan sevgisinin ne derece sahici olduğunu bilmediğimiz adamların adıyla anılan caddelerde konserve balık gibi istiflenmişiz tramvayımıza. Karısını dövenler ben şairim diyor. Dünyanın merkezine gidiyor gibi hissettirmiyor artık üniversite. Daha dün, kimin amcasının oğlunun hakemli dergiye rüşvet verdiğini duyduk bir koridorda fısıltıyla. Bize ders verenler, kürsülerden bağıranlar, boş zamanlarında halkın parasını çocuğun elinden şeker alırcasına almakla meşgul olanlar.

Her ne kadar iştahla anlatıyor gibi görünürsem görüneyim, bu tabloya bakmayı içim almıyor daha fazla. Burada anlatılan, bireyin hikayesi. Gülmeyin, sizin hikayeniz. Benim hikayem. Bireyin hikayesi. Beylik laflar altında böyle sıradan, böyle günlük biçimlerde ezile ezile öğrenci oluyoruz biz bu topraklarda.

Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar.

Ve bitmiyoruz.  İki arkadaşım elimden tutup beni Ana Kapı’ya götürüveriyor. Birey olarak ezildiğimiz anların ilacı topluca zıpladığımız o anlar oluyor. Burada kimseye kahramanlık taslayıp epik dizeler dökmek istemiyorum. Uzun süredir kuşatılmış yaşamlar süren gençler olarak çevik kuvvetin zırh duvarının önünde gözlerimizde o ürkeklik vardı. Daha yüce olanı o ürkekliğe rağmen orada oluşumuzdu, bu ülkede bir süredir aksatılan değerli ve kadim bir ritüeli, bir meşaleyi tekrar elimize alıyor gibiydik. Slogan attıkça o ürkeklik kayboldu, ritmi kaçırdıkça birlikte güldük, derdimizi kelimelere dökmenin getirdiği katarsisin dalgasında hep birlikteydik. Kimilerinin elitist ve şımarık diye dudak büktüğü bizler orada tüm üniversitelerden öğrenciler olarak duruyorduk el ele. Fildişi kulede değil meydanın tam kalbindeydik ve ses çıkarıyorduk.

Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki…

Padişah gibi cesaretti o.

Bireyliğimizden atılan her yumruğa cevabı koca bir toplum kütlesine dönüşerek veriyoruz. Beyazıt’ın o ayki en güneşli günü, kafamın karışıp Gezi’nin sloganlarını attığım gündü. Eski koridorlardan çıkıp mavi gök altında derdimizi çığırdığımız gündü, biliyorum. Katılmayacaksınız belki ama, bireysel bulutların dağıldığı günler fanzinlere yazdığımız, pazartesileri işçilere ses verdiğimiz, cumartesi günleri annelere sarıldığımız günler oluyor.

Kozmik anlatının yegâne ironisi de bu olmalı nitekim, yalnız hüzünlerimizin reçeteleri kalabalık yollardan geçiyor. İster şimdinin anıları olsun ister geçen seneden bir öğrenci protestosu, gerekirse seksen yıllık bir işçi dayanışması: bu reçeteleri anlatmalıyız birbirimize.

Anlattıkça biz çağlayanın sesi de artıyor, biz sokaklarda haklarımızı çağırdıkça yürüdükçe birbirimizin şifası oluyoruz.