Savaş sıçramış perdelerden topluma bakmak

“Soracağımız hesabın adresini yaşadığımız problemlerin ana kaynakları olan bizleri yönetenlerden, siyasetçilerden, holding patronlarından alıp hedefi saptırarak her yerdeki azınlıklara, göçmenlere, komşu ülkelerin sıradan yoksullarına yani her zaman en dezavantajlı olanlara yönlendirerek yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını sanıyorlar”

Sanat ve kültür ürünlerinin de tüm diğer ürünler gibi endüstriyel bir “seri” süreçten geçip biz “müşterilerinin” algılarıyla buluştuğunu ve buluşmasının da hemen ardından onları şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Bu sebeple sosyoloji öğrencisi bir sıra arkadaşınız olarak üretim motivasyonunda bugünkü anlamda bir piyasa etkisi olmayan iki sanat eserinin pazar için üretilmiş olanlardan birçok anlamda ne kadar ayrıştığını deneyimlemenizi isterim. Bu yüzden bugüne oldukça benzer toplumsal yönleri olduğunu düşündüğüm İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşananları ele alan iki filmle geldim sizlere. “Sanat eseri adalet getiremez belki, ama bellek yaratıp trajediyi yaşamış kurbanın, insanların belleğinde sonsuza kadar yaşamasını sağlayabilir.” demiştir Alman filozof Theodor W. Adorno ve bence oldukça haklıdır bu hususta. Çünkü yürüdüğümüz yolları aklımızda tutmazsak kaybolmamız da sürpriz olmayacaktır.

Önereceğim filmlerden ilki olan Gel ve Gör (Idi i Smotri). Ales Adamoviç’in “Kathyn’in Öyküsü” kitabından 1985 yılında beyaz perdeye uyarlanmıştır. Film, ikinci dünya savaşı esnasında Nazi işgali altında bir Belarus köyünde başlıyor. 13 yaşında, bir silah bulup Nazilerin karşısında savaşma arzusuyla yanıp tutuşan Flyora’nın kısa öyküsünü bize sunuyor. Filmin, yalnızca Hollywood gişe sineması ürünü Amerikan kahramanlık filmlerinden değil, savaşı birey psikolojisi açısından anlatanların da ötesine bir adım attığını söyleyebiliriz. Yönetmen bize yalnızca kuru bir hümanizm dersi vermiyor. Bir sumocunun yavru kedinin üzerine basmasıyla tam basma anında onu yana iten şiddetin ayrımını Alman subayların ifadelerini bir köprü altında köylü partizanlara çeviren Nazi askerini dinlerken izleyiciye de oldukça başarılı bir şekilde hissettiriyor. Hatta tam anlamıyla şiddeti bir araç olarak ortaya koyup taraflar arasında panoramik bir anlatım sunuyor. Gerçek durumları göz önüne seren çarpıcı sahneleri, düşük yoğunluklu müzik kullanımıyla oldukça güçlü bir duygu aktarımı sağlıyor. Savaş filmleri arasında ilk akla gelen olmasa da IMDb’den aldığı 8.4 puan sahneleri akmak bilmeyen ağdalı sanat yapımlarının yanında hem izleyende hem de sinemada ne kadar sağlam etkiler bıraktığına dair bir işaret olarak yorumlanabilir.

Tüm bunları anlatırken izleyicisini de hikayesi ve Aleksei Kravchenko’nun akıl almaz oyunculuğuyla sert bir biçimde sarsıyor. Konuşmasıyla, bakışlarıyla filmin başı ve sonunda karşımızda bambaşka iki Flyora vardır. Yaşadıklarını onun başına kim getirmiştir peki? Kim ülkesine saldırıp onlara izlemesi dahi zor bu korkunçlukları yapmıştı? Nasıl olmuştu da insanlar böylesine acımasızlıkları yine kendileri gibi yemekleri burnunda tüten anneleri olan, özlediği uzakta kardeşleri olan, belki bir gün onunla evlenmeyi çok istediği bir arkadaşı olan “diğer”leri için dileyebilmişti? Yalnızca ona silah doğrultan üniformalı askerlerin fikri miydi tüm bunlar? Nasıl oluyor da toplumlar böyle bir hale geliyor? İşte bu soruların yanıtı için de şapkamdan çıkardığım diğer tavşanımdan sizlere bahsetmek isterim.

“Triumph Over Violence” ya da Türkçe çevirisi ile “sıradan faşizm”. 1930’lu yıllardan İkinci Dünya Savaşı sonlarına uzanan, Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sının nasıl ortaya çıktığını ve neler yaptığını anlatan bir film için tavşan gibi sevimli bir benzetme yapmam sizleri şaşırtmasın. Öncelikle görüntüleri savaş dönemi SS subaylarının kişisel çekimlerinden devlet kayıtlarına, sanatçıların karelerinden amatör fotoğraflara dünyanın dört bir yanından toplanmış geniş bir arşive dayanıyor. Bu sebeple aslında belgesel olarak adlandırılması daha doğru bile olabilir ancak; içerisinde öyle bir kurmaca aklı gizliyor ki, kendimizi sık sık gülerken buluyoruz. Sert bir üslupla üzerimizden savaşı geçiren Elem Klimov’un ardından Mikhail Romm bizim için dönemin faşist hareketlerinin yükseliş ve yerle bir oluş hikayelerini ironik bir anlatımla mizahi bir yolculuğa dönüştürüyor. 1930’lardan sunduğu dünya görünümünü o günün tiranları olan diktatörlerin, kralların ve generallerin uymaya çalıştıkları moda anlayışları, zaafları ve noksanları üzerinden kendi çelişkileriyle gerçek bir komedi öznesi haline getirmeyi başarıyor.

Ancak yönetmenin verdikleri, kötülerle zekice alay etmekle kalmıyor tabii ki. Filmin isminin Türkçe çevirisi bize içeriğiyle ilgili oldukça fikir veriyor aslında. Gündelik hayatımızın içerisine işlemiş, dilimize yerleşmiş sözde “zararsız” deyimler, “eğlenceli” şarkı sözleri, ciddi olmayan “şakalar” gibi birçok farklı, kuşatıcı sosyal ve kültürel ögeyle beslenen bir olguyu kastediyor sıradan faşizm derken. Belki meseleye Bourdieucü bir açıdan bakıp dilin sembolik taşıyıcılığını hesaba kattığımızda dil gibi yaşamın içindeki küçük kar tanelerine benzeyen minik pürüzlerin nasıl kocaman bir çığ haline gelip köyleri, kasabaları karlar altında bıraktığını daha net görebiliriz. Adaletsizliklerin, haksızlıkların, dehümanizasyonun, baskının ve ayrımcılıkların nasıl normalize edildiğini öyle yaşamın içinden sekanslarla gösteriyor ki izlediğimiz görüntülerin neredeyse yüz yıl önce çekilmiş olduğunu unutturuyor.

Acımasızlığın karizmatiklikle bağdaşması, duyarlı davranışların ve yaklaşımların güçsüzlük ibaresi sayılması ve güçsüz olanın başına gelen her şeyi hak ettiği anlayışının aynı o günlerdeki gibi bugün de Amerika’dan Çin’e, Afrika’dan ülkemize büyük bir hızla yayıldığını görüyor, deneyimliyoruz. Irkçılık, göçmen karşıtlığı, kendinden karşı acımasızlık günümüz insanının ruh hali olmuş gibi. Soracağımız hesabın adresini yaşadığımız problemlerin ana kaynakları olan bizleri yönetenlerden, siyasetçilerden, holding patronlarından alıp hedefi saptırarak her yerdeki azınlıklara, göçmenlere, komşu ülkelerin sıradan yoksullarına yani her zaman en dezavantajlı olanlara yönlendirerek yaptıklarının yanlarına kar kalacağını sanıyorlar. Doldurdukları banka hesaplarının güvenliğine, çıkardıkları yasaların kesinliğine, yaptıkları yalan haberlerin inandırıcılığına güvenmek onlara tüm bu haksızlıkların yanında birazcık huzur verebilir. Ancak bir süreliğine! Çünkü ben varım ayrımcılığa uğramış kardeşim. Biz varız! Dünyanın her yerinde üzerimize dökülen betonun çatlaklarından filiz veren milyarlarız ve kabul etmiyoruz insanlık dışı koşulların dayatılmasını hiçbir insana ve istiyoruz adaleti hiç durmadan, unutmadan teninin rengi sarı, beyaz, siyah hiç tanımadığımız dostlarımız için. İnadımız var onların yaratmaya çalıştığı sanal rekabet dünyası yerine kendi emeğimizle var ettiğimiz bu dünyada yaşamaya dair. Gaddarlığa karşı dayanışmayla!

Dış bağlantılar
Mosfilm ve Belarusfilm Youtube sayfalarında Gel ve Gör filmi

Internet Archive‘da Triumph Over Violence filmi