Gençliğin geleceğe dair umutlarını çalıp vergi cennetlerinde istifleyenlere karşı mücadele vakti!
7 Aralık 2017 |
OHAL’i gündelik yaşantının bir parçasından öte özü haline getirmeye çalışıyorlar. Yurdun dört bir köşesinde ayda bir “bir aylık eylem yasağı” kararları çıkıyor. Polis şiddeti, tutuklamalar, soruşturmalar hiç olmadığı kadar aleni. Tayyip Erdoğan, kendi diktatörlüğünü kurma yolunda 16 Nisan’da bir eşiği atlamış durumda ama kendi krizlerini çözebilmiş değil. Dillerde 2019 lafı dolaşsa da Tayyip Erdoğan, ‘işi’ 2019’a bırakmak istemiyor. Diktatörlük inşası sürecinde önüne çıkan yurt içi ve yurt dışı krizleri törpülemenin, görünmez kılmanın, bazen de baskılamanın derdine düşülmüşse de pek başarılı olunduğu söylenemez. Kadın düşmanı yasalar, şiddet aygıtları, memleketin dört yanında ilan edilmiş OHAL, yasaklı meydanlar ile krizler çözülmeye çalışılsa da diktatörlüğün krizlerini büyüten öznelerin direngenliğiyle sınıfta kalıyor. Dönem başında kadınların müftülük yasası karşısında istikrarlı bir şekilde büyüttükleri isyan, her geçen gün daha niteliksiz bir şekle büründürülmeye ve adeta bir hapishaneye dönüştürülmeye çalışılan üniversitelerde inat, mizahla direnen üniversitelilerin mücadelesi ve haklarına, emeklerine sahip çıkan, hak ettiklerini kazanana kadar direnen işçilerin inadı ile Erdoğan’ın diktatörlüğe giden yolunun engebeleri artıyor.
Zarrab’ın itirafları malumun ilanıdır: Hırsızlığın, yolsuzluğun iktidarı çalmaya devam ediyor
Reza Zarrab davası görülmeye başlandı. Sanık konumundan ABD lehine tanık konumuna geçen Zarrab’ın ifadeleri AKP iktidarını tutuşturmaya başladı bile. Her konuşmasında Egemen Bağış’tan Zafer Çağlayan’a ve hatta Tayyip Erdoğan’a kadar uzanan kirli ilişkileri, rüşvetleri ve yolsuzlukları itiraf eden Zarrab, Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının ülke içindeki ve dışındaki meşruiyet krizini daha da derinleştiriyor. Zarrab’ın itiraf ettiği ilişkiler ise ABD’ye verilen notaların sebebini açıklar nitelikte. Tayyip Erdoğan’ın da içinde bulunduğu eski bakanlardan oluşan bir ekibin uluslararası hukuku ihlal ederek organize suç teşkil eden bir faaliyetin içinde yer alması yönündeki suçlama da Zarrab konuştukça temelleniyor.
Zarrab konuşmaya başlayınca ortaya çıkan Man Adası’ndaki paravan şirket üzerinden yapılan yolsuzlukların belgesinin ortaya çıkması da Tayyip Erdoğan’ı sıkıştıran diğer bir alan. Emperyalist odaklarla aranın bozulmasının ekonomiye yansıması olan doların yükselmesini tolere etmek için halka dolarlarını bozdurması yönünde salık verenlerin yurt dışında milyonlarca dolar serveti açığa çıktı. Üstelik Man Adası belgelerinde ismi geçenlerden Ziya İlgen’in Erdoğan’ın eniştesi olmasının yanında Bilal’in TÜRGEV’inde Genel Kurul Üyesi olması da dikkat çeken bir diğer nokta. Onlarca kamu arazisinin peşkeş çekildiği, KYK’nın kendi yurtlarını devrettiği ve Saray’ın yolundan gitmek şartıyla ‘iyi bir gelecek’ vadeden TÜRGEV’in yöneticisi de memleket tarihinin en büyük yolsuzluklarından birinin içinde aktif bir rol oynuyor.
AKP’nin bitmeyen Ortadoğu krizi
Ülke içindeki kitleyi motive etmek ve uluslararası ve iç krizleri maskelemek için TSK’nın sınır ötesi operasyonları üzerinden hamaset yapmaya devam eden Tayyip Erdoğan, Suriye’de de büyük bir krizle karşı karşıya. Zaman zaman “ABD karşıtlığı” çıkışlarıyla Suriye üzerinden yürüttüğü hamaseti beslemeye çalışsa da söylemler ancak lafta kalıyor, fiiliyata dökülemiyor. Kürt düşmanlığıyla kendi tabanını diri tutmaya çalışsa da Kürt mevzilerinde sahada da masada da kaybediyor. Afrin kuşatması hayallerini yandaş medyasıyla pazarlıyorsa da varlığını tanımadığı Kürt güçleriyle aynı masaya oturmak zorunda bırakılacağı gerçeği gün gibi ortada.
Bu dış krizlerin içeriye özellikle ekonomik anlamda yansımasının olduğu aşikâr. Doların 4 TL’ye dayanmasını siyasetten bağımsız açıklamak imkânsız olsa gerek. Ancak diktatörlük inşası sürecinin içerideki tek krizi ekonomik kriz değil. 16 Nisan’da istediği sonucu alamayan AKP ve Tayyip Erdoğan, kendi kitlesi içinde de bir ikna problemi yaşıyor. Bu krizi aşmak için de birtakım yeniliklere gidiyor. Belediye başkanlarının zorla istifa ettirilmesi, bu yeniliklerin en çok gündem olanı. Referandumda büyük şehirleri kaybeden Erdoğan, büyük şehirlerde “çalışmayan” belediye başkanlarında da değişikliğe gidiyor. Hem de ağlatarak istifa ettirme raddesine varacak boyutta.
Diktatörün krizlerinin en derin çatlağını kadınlar oluşturuyor
Diktatörlük inşa sürecinde kendi toplumsal kimliğini yaratmaya çalışan Tayyip Erdoğan’ın hedeflerinden biri de tepeden aşağı inşa edilen kadın düşmanlığına direnen kadınlar oldu. Hayatın her alanını eril/dinci gerici bir dönüşüme tabi tutan Tayyip Erdoğan, kadınlar üzerindeki en büyük baskıyı kuran aile kurumunu Müftülük Yasası olarak bilinen Nüfus Hizmetleri Kanunu ile kadınların yaşamını daha da kısıtlayacak şekilde işlevli hale getirmeye çalışmaktadır. Müftülere nikah yetkisi veren yasayla birlikte kadınların kazanılmış haklarına saldıran erkek iktidar, kadınların kiminle evlenip evlenmeyeceğinden nasıl evleneceğine kadar karışır oldu. Bu yasayla birlikte aynı zamanda, çocuk yaştaki evliliklerin önü açıldı. Yasa tasarısı Meclis’e geldiğinde Meclis’ten sokaklara kadar her yeri direniş alanına çeviren kadınlar, Tayyip Erdoğan eliyle inşa edilen erkek egemenliğe boyun eğmeyeceğini ve haklarına, hayatlarına sahip çıkmaktan vazgeçmeyeceğini bir kez daha gösterdi.
Müftülük yasası sürecinin hemen ardından, 25 Kasım’da ise yurdun dört bir yanındaki eylem yasaklarına başkaldıran kadınlar, OHAL’in eylem yasaklarını da valiliklerin meydan yasaklarını da tanımadı. Eylem yasağının bir gün bile kalkmadığı Ankara Kızılay’dan, polisin bütün girişleri kapattığı Taksim’e kadar kadınlar, bütün yasaklı meydanları polisin engellerine rağmen yeniden mora boyadı.
Tayyip’in üniversitedeki suretleri: Yandaş rektörler
Baskı, soruşturma, ceza, zam, laiklik düşmanlığı, homofobi…
Diktatörlük inşası süreci elbette üniversiteleri dışarıda bırakacak şekilde ilerlemiyor. Yurdun dört bir yanında onlarca üniversitede Tayyip Erdoğan’ın temsilcisi gibi davranan yandaş rektörler mevcut. Ülkede Tayyip Erdoğan’ın yarattığı baskıcı ve terörize ortam, üniversitelerde de yandaş rektörler eliyle yaratılmakta. Açılan onlarca soruşturma, verilen cezalar, yapılan zamlar, engellenen etkinlikler, diktatörlük inşa sürecinin üniversiteye yansımasıdır.
Pek çok üniversitede sosyal, kültürel, siyasal etkinliklere izin verilmiyor ve topluluk/kulüp faaliyetleri bitme noktasına getirildi. Etkinlik izinleri için kulüp ve topluluklara dayatılan bürokratik engeller her geçen gün daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Sık sık bir topluluğun veya kulübün kapanma haberlerini alır olduk.
Özel güvenliklerle, kimi zaman polisle, açılan soruşturma ve verilen cezalarla üniversitelerde “sükunet” sağlanmaya çalışılıyor. Mersin Üniversitesi’nde kantinde oturan öğrenciye bir özel güvenliğin (Fenerbahçe atkısını göstererek) “Atkını kaldır, masa standmış gibi görünüyor.” diyebilmesi ya da Çukurova Üniversitesi’nde tahta kalemiyle “10 Ekim’i unutma” yazılmasına bir dönem uzaklaştırma cezası verilmesi, soruşturmaların ve baskıların ne kadar çığırından çıktığını ve ne kadar akıldışı bir hal aldığının en net göstergesi.
KTÜ’ye gelen laiklik düşmanı İsmail Kahraman’ı protesto eden üniversitelilere de bir yıla varacak kadar uzaklaştırma cezası verilmesi, laiklik düşmanlığının yandaş rektör eliyle üniversiteye tezahür etmesinin en net örneğidir.
Diğer üniversitelere göre nispeten daha özgür bir üniversiter yaşamı olan ODTÜ de bu süreçten nasibini aldı. Ankara Valiliği’nin LGBTİ+ etkinliklerini yasaklaması da aynı şekilde üniversitelere yansıdı. ODTÜ Rektörlüğü film gösterimleri sırasında elektrikleri kesti. Özel güvenlikler etkinliği iptal etmeye çalıştı.
Gençlik AKP’ye ikna olmuyor!
Bunca baskının sebebi belli. Referandum sürecindeki temel kriz, “Evet” diyenler “Reis öyle diyor”dan öte bir gerekçe üretemezken “Hayır” diyen milyonların binlerce sebebinin olması ve bunu anlaşılır şekilde dile getiriyor oluşuydu. Kutuplaştırıcı siyaset sonucu ayrışan iki taraftan, iktidar tarafında olan kesmin diğer kesimi ikna etmeye yetecek birikimi ve fikirsel donanımı yok. Rıza mekanizmasının çöktüğü yerde de doğal olarak baskı mekanizması devreye giriyor. Bu cephenin de en aktif, en dinamik kesimi olan gençlik de bu baskıya maruz kalıyor.
Bunca baskıya rağmen gençlik üzerinde hâlâ fikirsel anlamda iktidar eğiliminde bir kırılma yaşanmıyorsa -ki gençlik nezdinde hissedilen ‘rahatsızlığın’ daha fazla olduğu aşikar- AKP’nin gençliği ikna edemediğini söylemekte sakınca yok.
Geleceğimizi çalmanıza izin vermeyeceğiz!
İktidarın kendi krizinin derinleşmesini önlemek için her sokağı zapturapt altına almaya çalıştığı bugünlerde gençliğin yalnızca ‘rahatsız olması’ yetersizdir. Tüm dünyada ve ülkemizde tarihten gördüğümüz üzere, en krizli anlarda, baskının en yoğun, muhalefetin en dingin olduğu zamanlarda toplumsal muhalefetin önünü açıp herkesin ‘yüreğine su serpen’ hamleler gençlikten gelmiştir. Üniversitelere doğru düzgün bütçe ayrılmadığı, ayrılan bütçenin de üniversitelileri baskı altında tutacak “güvenlik önlemlerine” ayrıldığı, ancak her on üniversiteliden birine yetecek kadar devlet yurdunun olduğu, genç işsizliğin patladığı, gençliğin geleceğe dair umudunun bu denli zayıf olduğu bugün, gençlik hareketi, hırsızlardan hesap soracak harekete öncülük etmeye en uygun kesimdir.
Geleceğimizi çalmanıza izin vermeyeceğiz. Geleceğimizi çalıp vergi cennetlerinde istifleyenlere karşı mücadelenin tam vaktidir!